31 Ağustos 2011 Çarşamba

ODA.. BİR FANTASTİK HİKAYE

   Dayım, Foça’da bir tatil köyü devralmıştı.
   Burayı işletecekti.
   Yanında güvenilir birkaç adama ihtiyacı vardı. Bu yüzden benim yanına çağırdı. 
   Ben de okuldan yeni mezun olmuştum. Teklifini kabul edip yaşadığım şehirden yola çıktım. 
  2004 yazının sonuna kadar Eski Foça’da o otelde çalıştım.  Sezon bittiğinde yaşadığım dönmek yerine İstanbul’a gitmeye karar verdim.
  İstanbul’a geldiğim ilk geceyi Pera taraflarında bir otelde geçirdim. Odanın fiyatı biraz fazla olunca daha ucuz bir otele geçmeye karar verdim. Ve Tarlabaşın’da oldukça izbe ve ucube sayılabilecek bir otele yerleştim.
  İlk günler oldukça sıkıcıydı. Param azdı. Yalnızdım. Düşünceliydim ve korkuyordum. Evet korkuyordum. İstanbul, beni gizliden gizliye korkutuyordu. Özellikle Beyoğlu’nun içinde boğulacak gibi oluyordum.
  Buraya neden geldiğimi de bilmiyordum. İçimden bir ses bir an önce evine geri dön diyordu. Bir başka ses de “hayır burada kalmalısın!” diyordu.
  Günlerim genellikle Beyoğlu’da geçiyordu. Mağazaları, kiliseleri ve eski mimarı yapıları izlemek zamanla hoşuma gitmeye başladı.
  Gündüzleri kentin yapısına alışsam da otele bir türlü alışamamıştım. Çünkü odam korkunçtu. Böceklerle doluydu. Rutubetliydi. Ve yattığım şilte çürümüş sıçan gibi kokuyordu. 
  Bir an önce iş bulup bu otel odasından kurtulmalıyım diye düşündüm.
  Ama düşünmek yetmiyordu, bu otelden kurtulmak için bir iş bulmalıydım. Birkaç yere başvuru yaptım ve sonuç alamadım. Artık param da azalmıştı. Cebimdeki parayla ancak bir hafta daha burada kalabilirdim.
  Bunları düşünerek kendimi dışarıya attım.
  Beyoğlu her zamanki gibi pırıl pırıldı. İnsanlar, Taksim’den Tünel’e; Tünel’den Taksim’e doğru mekik dokuyordu.
   Bir yerde oturup ekmek arası köfte yedim. Sonra oradan çıkıp bir kafeye geçtim ve sıcak bir çay içtim. Bütün gece o sokakta bir başıma gezindim. Zaman öylesine hızlı akmıştı ki havanın nasıl karardığını anlayamamıştım.  
   Otelin kapısına vardığımda saat on ikiyi gösteriyordu. Yavaş adımlarla merdivenleri çıktım. Odamın kapısını açmak için cebimdeki paslı anahtarı çıkardım.
    Ve kapıyı açıp içeri girdim.
    Odaya girdiğimde uzun saçlı, siyahlar giyinmiş bir adam karşımda duruyordu. William Shakspeare’den başkası değildi bu.
     Gözlerimi ovuşturup, “ Galiba sonunda delirdim!” diye içimden geçirdim.
     Shakspeare kısık sesle: " Ey kalemin içinden doğan ruh. Şimdi kaldır başını ve bak bana!"
     Kaldırıp baktım. Shakspeare inceden gelen bir tonla bir şeyler fısıldadı. Ve biranda içimden dışarı doğru bir hayalet fırladı. Tok bir sesle: " İşte içindeki hayalet!" dedi.
      Shakespeare, Hamlet’in karşısına nasıl Danimarka kralının hayaletini çıkarttıysa şimdi de benim karşıma kendi hayaletimi çıkartmıştı
   " Konuş hayaletinle!" dedi kısık sesle. Hayaletim odanın içinde dört dönüyordu.
     Ben gözlerimi açmış ve dikkatlice hayaletimi süzüyordum. Hayaletim benden daha yakışıklıydı sanki. Ve bana göre daha rahattı. Şeffaftı ve her an kaybolacak gibi bir havası vardı. Ben yavaş adımlarla ona yaklaştım. Ellerimi uzatıp ona dokunacaktım ki, hayalet birden havalandı.
   Shakespeare ise ikimizi  süzüyordu.
  Ben, " Niye havalandı? Neden benden kaçtı?" diye sordum.
  William: " Ruhun karışık. Bu yüzden hayaletinle yüzleşemiyorsun!" dedi.
  " Nasıl karışık olmasın ki. Şu odaya baksana. Duvarlara bak. Karışık olması normal değil mi?" dedim.
   Shakespeare: " Yo hayır. Konsantre ol. Ve hisset. Hayaletinle yüzleş." dedi. Gözlerimi kapattım. " Bunu yapabilirsin!" dedim içimden..
    Hayaletim tavanın üzerinde gulyabani gibi geziniyordu... Shakespeare hararetle beni izliyordu. Bir süre sonra başarmış olmalıyım ki hayalet yavaş yavaş yanıma yaklaştı
   Shakespeare melodik sesiyle: " Yüzünü hayaletin yüzüne yaklaştır ve hayaletin gözlerinin içine bak!" dedi. Korkuyordum. İşiyecek gibiydim ama yine de William’ın dediğini yaptım.
    Hayaletime yaklaştım. Gözlerim artık onun gözlerine değiyordu. Sonra birden beni içine doğru çekti.. Sanki bir uçurumdan aşağıya düşer gibi bir his oldu içimde. Boşluk hissi, yokluk hissi ve aklınıza gelebilecek tüm tuhaf hisler.
    Shakespeare yanıma geldi hemen, bir doktor gibi kaldırdı bedenimi ve yatağa yatırdı: " İyi misin?" diye sordu...
" Yüce tanrım!" dedim şokum etkisiyle."
  Şekspir:
" Hayaletinin içinde neler gördün bakalım!" dedi.
" İnanmayacaksın bana ama çağları gördüm!" dedim.
 Şekspir sırıttı. johhny depp’e benziyordu. Biraz daha tuhaf bakışlısıydı. Gözleri pörtlemişti.. İnce bir sakalı vardı. Tipik bir İngiliz köylüsüydü.." Demek çağları gördün!" dedi bana. “ Evet, hayaletin içinden çağları gördüm!" dedim. " Olması gereken oldu! Artık ben de yavaştan gideyim" dedi ve bir anda odanın içinde kaybolup gitti
      Hayaletimin gözlerinden içeri doğru bakıp çağları görmem, kendimi bir mage(büyücü) gibi hissetmeme neden olmuştu. Bu olayın üstüne dışarı çıkıp hava almak istedim.
     Midem kazınıyordu ve bir şeyler yemem gerekiyordu. Simit saraylarından birine girdim. Günlerdir para az gitsin diye simit yiyordum ve simit ağacına dönüşeceğim diye bir korku vardı içimde.
Yemek faslını bitirip tekrardan odaya geçtiğimde bu sefer daha ilginç bir olayla karşılaştım. Tuhaf bir yaratık yatağımın üzerinde uzanmış kendi kendine şarkı söylüyordu.
  “ Merhaba dostum!” dedi. “ Benim adım Gobidik! Bir otel ciniyim!”
  “ Otel cini mi?”
  “ Evet, otel cini!”
   Gobidik, yataktan kalktı ve birtakım maskaralıklar yaptı. Yerinde duramıyordu.
    " Ne kadar hareketlisin sen!" dedim. " Evet, yerimde duramam! Yalnız artık gitmem lazım. Çağırıyorlar beni!" dedi. " Kim?" dedim ama ben diyene kadar Gobidik çoktan gitmişti.
    Gobidik gittikten kısa bir süre sonra odamın kapısı çaldı. Hava çoktan kararmıştı. Arka avludan gelen tuhaf sesler içimi ürpertiyordu. Kapı ısrarla dört beş defa çaldı. " Kim o!" dedim. İnce, ıslık gibi bir ses: " Lütfen açar mısın? dedi
   Kapıyı açtığımda güzel bir insan yüzü tüm masumiyetiyle gözlerimin içine bakıyordu. " İzin verirsen içeri girmek istiyorum!" dedi. " Sen kimsin!" dedim... Kim olduğumu söylicem önce içeri bir gireyim istersen!" dedi.
    İçeri buyur ettim.
    Ayaklarına kadar uzanan kabanını çıkardı ve içeriyi süzmeye başladı..
  " Kimsiniz?" diye sordum tekrardan.
    Hiç uzatmadı lafı: " Tanrının en büyük düşmanıyım!"...dediğinden bir şey anlayamadım..
    Bu yüzden anlamsızca gözlerine baktım.. Gülümseyerek : " Şeytanım!" dedi...
    Ürktüm. Ne diyeceğimi bilemedim... Tarlabaşı’nda, bir otelde bok yoluna gidersem boktan bir durum olacak diye geçirdim içimden...
     " Beni öldürmeye mi geldin?"diye sordum. Gülmeye devam etti:
     " Azrail'le karıştırdın galiba beni!" dedi. Ve cebinden torbayla bir şey çıkardı.. " Kokain içer misin?" diye sordu... " Yo hayır!" dedim..
     " Bir kerecikten bir şey olmaz ki. Sana bunu söylemediler mi hiç?" dedi.
   Bir yandan küçük konsolda kokaini hazırlıyordu bir yandan da konuşuyordu.
     “ Çok okudum, çok gördüm, çok şey biliyorum. Ve bir zamanlar ermişlerin ermişiydim. Tanrı'nın gözüydüm. Ve en sevdiği meleklerden biriydim.  Sonra sizi yarattı. Zavallılar ordusunu. VE bizlere eğilin dedi, toprağın karşısında. Ben ateştendim. Ve haliyle eğilmedim... Ve sonra beni cennetten kovdu." diye anlattı. Gözlerini, gözlerimde gezdirerek: " Vicdanını eline koy ve söyle. Sen yerimde olsaydın eğilir miydin?”
   Bunun söylemesiyle yüzündeki gözlüğü çıkartması bir oldu. Sandalyeye oturdu. Tiz sesiyle: " Kahven var mı!" dedi. Bu sırada cebinden yine esrarı çıkardı: " Bunsuz yaşayamıyorum!" dedi.
    Ben kahvesini getirdim.  Bu sırada ellerini ellerime doğru uzattı.
     " Bir dokunsana!" dedi. Dokundum ve dokunmamla elimin yanması bir oldu. Çığlık attım. " Bu da ne be?" dedim..
     " İçimdeki cehennem ateşi!" dedi.
  Artık odamdan çıkmasını istiyordum. Bu sırada odanın içi çılgın gibi esrar kokuyordu. Cebinden bir not defteri çıkardı.
   " Daha uğrayacağım o kadar çok yer var ki! İngiltere’de bir kocanın karısını boğazlayarak öldürmesi gerekiyor. Tam bir saat sonra orda olacağım! Oradan Viyana’ya geçeceğim. Bir orman yangını çıkartmak istiyorum!" dedi.
     Ve bunları söyledikten sonra odayı terk etti..
     Evet, odama gelen şeytandı ve yoklamıştı beni. Bunu bilirsiniz, yani başınıza gelmiştir. Zaman zaman şeytana kapıyı siz açarsınız farkına varmadan ona kahve uzatırsınız. O size bir şey isteyip istemediğinizi sorar. Siz ondan bir şeyler istersiniz ya da istemezsiniz,  şeytanın dünyadaki dolaşımı bu şekildedir...
     Birkaç gün sonra otel cini Gobidik tekrardan odamda belirdi. Odada baş başa geçen günlerde sadece sihirli olaylarla uğraştık. O bana sihirlerin şekillerinden bahsetti. Bir çağdan diğer bir çağa atlama büyülerini gösterdi. Bu esnada tek sıkıntım Gobidik'in çilekli turta sevdası oldu. Üç dört saate bir benden turta istiyordu. Bu sırada odada bir de peri olduğunu keşfettim. Bana esin perisi olduğunu söyledi.  Yeşil kanatlı esin perim gün içinde sürekli pencereden dışarıyı izliyor, zaman zaman da şarkılar söylüyordu. Sesi oldukça güzeldi ve kusursuzdu.
      Üçümüz gün içinde şiirlerden, komediden ve hayatın kendisinden bahsedip zaman geçiriyorduk.
     Bir gün perimle ve Gobidik'le doludizgin konuşurken kapı çaldı. Kapının çalmasıyla ikisi de hemen kayboldular. Benden başka birine gözükmeyi pek sevmiyorlardı.
 Kapıyı açtım. “Tanrııımm!”.  
 Yo hayır inanılacak gibi değildi. Karşımda duruyordu!
  Hayır, şeytan değildi. Gözlerimi iyice açtım ve kendime bir cimcik attım: " Oh siz! Şey buyrun buyrun efendim!" dedim.
  " Neyse çocuk yol ver de geçeyim" dedi Mustafa Kemal...
  " Geçin paşam geçin!" dedim heyecanlı bir sesle.
 Sürekli çocuk diyordu bana konuşurken.. 70 yaşında olsam yine çocuk diyecekti bana. Böyle bir acayipliği vardı Mustafa Kemal’in.
  Bir bardak kahve istedi. Bir sigara yaktı. " Ben de bir dönem Pera’da bir otelde kalmıştım. Her şeyin bittiği zamanlardı.. Umutlar tükenmişti... " dedi genizden gelen bir sesle. Hemen ardından uzun parmaklarıyla sarı bıyıklarını ovuşturdu...
  " paşam bittiyse doldurayım yine!" dedim.
  " Yo!" dedi. " otur otur konuşalım!" dedi..
   " Nerden buldunuz bu oteli, beni!" dedim..
   " Ben bulurum!" dedi Mustafa Kemal.  
  Bir süre ülkenin genel halinden konuştuk. " Çok cahil kaldı memleket! Açıkçası bazı şeyler istediğim gibi olmadı. Ama sanmasınlar ki kemiklerim sızlıyor. Ben, bana düşen görevi yerine getirdim."
 " Son dönemdeki liderlerin, liderlik vasıflarını sana benzetiyorlar!" dedim. Hemen öfkelendi, omuzlarını silkerek: " Açsınlar kulaklarını ve beni dinlesinler. Ben şu ana kadar Türkiye’de gelmiş hiçbir lidere benzemem!  Bir filozofum ve her şeyden önce bir matematik dâhisiyim. Bir dil uzmanıyım. Bir şairim. Bir askerim. Mareşalim ve özgür ruhlu bir asiyim! Sayayım mı daha!
               " Say paşa say" dedim " içini dök”
      Paşa ayağa kalktı.  Pencereden dışarı baktı: " Özal’ın bir fikrini söyle bana! Neymiş o, allahın verdiği canı allah alır. Laf mıdır bu! Benim kurduğum ve yarattığım bu prensiplerin içinde nedir ki bu laf! Seni dünyada nereye taşır. Çağdaşlaştırır mı? Benim memurum işini bilirmiş. Böyle laflarla olmaz efendiler! Tekne hareket etmez"
    " Bazıları, ah! Mustafa kemal bir daha gelse ne iyi olur diyor!" dedim. " Bir daha gelmek ki? Gerek yok ki buna. Benim bir daha dünyaya gelmem teferruattan başka bir şey değil! Bence herkes dünyaya bir kere gelmeli! Ki zaten işleyiş böyle" dedi ve konuşmaya devam etti:
     " BİR siyaset adamı her şeyden önce bir filozof olacak. Fikirler geliştirecek. Bu fikirleri eyleme dökecek!
     " Allah hakkı için söyle, bu çağda yaşasaydın siyasete atılır mıydın!" dedim.
    Mustafa kemal güldü: " O arabalara resim koyacağım. Ve o iğrenç ötesi şarkılarla; sokaklarda dolaşıp bana oy vermeleri için kendimi paralicam! Ben bunları yapamam! Ben bir fikir adamıyım, bir politikacı değilim!"
     " sizi birileriyle tanıştırmak istiyorum!" dedim. " Kimlermiş " dedi..
    İki parmak çıtlattım. Gobidik’le, esin perim belirdi birden.
    " Bunlar da benim arkadaşlarım!"
  Gobidik, paşayı görünce kulaklarını döndürmeye başladı, perim tavanda arı gibi uçuştu.. " Sirk gibi oda!" deyip güldü paşa.
   “ Olduğum yer sirke dönüyor! Ne yapabilirim ki?" dedim.
 Ve bastım kahkahayı…
 O da güldü benimle.
 
                                     ***
     Bu odanın, yani şu anlattığım esrarlı odanın, hani Tarlabaşı’ndaki o yitik odanın gizemini bir arkadaşıma göstermek istedim. Odada tuhaf tuhaf şeyler olduğunu Kadıköy’den Beyoğlu’na geçene kadar anlattım, haliyle otele varana kadar benimle alay etti arkadaşım.
    " ciddiyim bak dostum. Şekspir çıktı önce hayaletimle buluşturdu beni. Sonra şeytan ve ardından Mustafa Kemal!"
     Hep alay ederek dinledi beni.
     Neyse odaya girdik " Ee hani nerde meşhur perin ve cinin!" dedi arkadaşım. " şimdi görürsün izle!" dedim ve parmak çıtlattım. Bir şey olmadı. Arkadaşım sırıtarak: " Hani nerdeler?" dedi. "Burdalardı" dedim.. " Oğlum,  Harry Potter mısın? Bırak bu işleri." dedi...
    " Yüce dinozor taşakları aşkına, daha dün burdalardı." dedim.
    " şarkıları sırıtarak söyleyen serdar ortaç aşkına! Yoklar işte abicim."dedi. " İstiyorsan bir ruh doktoruna görün!"
   " Ben iyiyim!" dedim kendimden emin bir şekilde.
 Arkadaşım pencerenin önüne geçerek dışarı baktı.
    " Aynısını Mustafa Kemal yaptı. Senin gibi pencereden dışarıyı süzdü. Sonra içine düştüğümüz kaosları açık açık söyledi!"     
  Yüzünü buruşturan arkadaşım: " Biraz daha abartırsan Merlin olduğunu iddia edeceksin bana!" dedi. " Dostum ben kaçıyorum. Bara gideceğiz sen de istersen gel!" dedi. " tamam, tamam! Bakarız" dedim
     Arkadaşım çıktı. Ben de tuhaf düşüncülerle kapıyı kapattım.
Odaya doğru döndüğümde Gobidik yani cin olanı, yatağa uzanmış bana bakıyordu: " Sana kaç defa söylicez, ahmak mısın sen! Senden başka yaşayan hiç kimseye göstermeyiz kendimizi!" Tavanda vızıldayan peri: " evet göstermeyiz!" diye cini tamamladı.
       Uğultu şeklinde bir ses gelmeye başladı bu sırada. " Ne oluyor burada?" dedim. Gobidik de benim gibi şaşkındı. Peri ise havada uçuşup duruyordu. " Biri mi geldi yine?" dedim.
   "Kapıyı açmamızı mı istiyor?"  
      Gobidik: " Hayır bu ses kapıdan değil yerin altından geliyor!" dedi. Kulağımı ahşap döşemeye dayadım
         " Bu sesler de neyin nesi?" diye söylendim.
   Ses iyice çoğalınca ürkmeye başladım. Böyle bir böğürtü gibiydi ve insan olan herkes bu ses karşısında ürperirdi.
   Mırıldanarak: " Salvador Dali’nin bastonu aşkına! Bu sesler hiç de iyi şeylerin habercisi değil!". Gobidik elime bir balta uzattı bu sırada. "Bence yüzleşmelisin bu sesle." dedi. Peri: " Evet!" diye cızırdadı.
  Baltayı aldım.
  Ve döşemeye hızlıca indirmeye başladım..
  Odanın yerini kazırken ter içinde kaldım
   Ve bir süre sonra kazdığım yerin altında bir el belirdi: " Büyük tenor Ajdar aşkına. Bu elde neyin nesi şimdi?"
  Peri yanımıza indi: " Onu bence yukarı çekelim!" dedi. Gobidik de onayladı periyi. " Gerek yok!" dedim bence.. Gobidik kulağıma fısıldadı: " Bir işaret olabilir bu!" dedi. Öyle bir sahneydi ki, tam istavroz çıkarmalıktı.  Bense besmeleyi çektim içimden ve elimle yerin altından gelen eli tuttum. Ve çekmeye başladım. Yalnız öyle bir şey oldu ki, o el beni yerin içine doğru çekmeye başladı.
   Maalesef yerin içine giriyordum. Çünkü yerin altından çıkan el çok güçlüydü. Periyle, cin yerin altına batmamam için bana sıkı sıkı sarılmışlardı. Yer bizi aşağıya çekiyordu, biz eli yukarıya. Korkunç bir şeydi. " Bu neyin nesi!" diye haykırdım. Gobidik: " Hiç bilmiyorum!" diye cevap verdi.
   Öyle bir güç harcadık ki eli yukarıya çekmeyi başardık.
Bir süre baygın kalmış olmalıyım, çünkü hiçbir şey hatırlamıyordum.
   Gözlerimi açtığımda, Gobidik’le göz göze geldim. Bir adam arkası dönük bir şekilde pencereden dışarıya bakıyordu... " Siz kimsiniz!" dedim.
   Yavaşça bana doğru döndü. Yanıma yaklaştı. Bir iki defa öksürdü. Öksürmesiyle ağzından çıkan topraklar yüzüme çarptı:
" Senim! Ölünü yukarıya çıkarttın" dedi.
  Ölü olan ben, odanın içinde gezindi: " En büyük hayallerimi bu odada kurdum! Şarkılar dinlerdim.! Bak beni iyi dinle; yaklaşık dört yıl sonra sone yazmaya başlayacaksın! Ve bunları facebooka atacaksın!" dedi.
     “ sone mi, facebook mu? Hayatta işim olmaz!" dedim. Puslu sesiyle devam etti: " hah hah hAH!" gülerken ağzından topraklar döküldü.    
    " seni okuyanlar, düş gücün karşısında şaşırmaya başlayacak! dedi. " Pilav yemeye indin mi?"
    " yo yo, daha inmedim!".. " yaklaşık on beş gündür pilav yiyorsun, annen aradığında ise her şeyin iyi olduğunu söylüyorsun!" dedi. " kadın üzülmesin!" diye dedim.. " biliyorum evet. Üzülmesin diye söylemezdim!" dedi.
 Duvarda yürüyen böceği eliyle tutup aldı ve ağzına attı: " Gece uyurken uyuz ediyorlardı beni!" dedi...
 Ben de mal mal kafamı salladım...
     " Bir filozoftum ve bir şairdim. Ama alçak gönüllük olsun diye soytarı diyerek başlamıştım işe..hah hah hah!" dedi yerin altından çıkan ve konuşmaya devam etti: " Soğuk esprilerimi her gün difirizde bekletirdim. Daha çok soğusun diye hah hah hah! severdim soğuk espriyi ve absürd şeyleri!"
   “ Mesela şimdi haberin yok senin!" diye devam etti yerin altından çıkan: " birkaç yıl sonra ilk aforizmalarını yollayacaksın facebooka. Burdan şey diyecekler sana bazıları; ulan salağa bak, aforizma yazmayı yazarlık sanıyor."
   Şaşkın şaşkın: " sanmıyorum salak diyeceklerini!" dedim. Yerin altından çıkan, sakin sesle: " Sen sanma zaten. Rahat ol. Sonradan atağa geçerim. Yani geçersin!" dedi.
Ve gitti
                                         ***
     Evet, tuhaf şeylerdi bunlar. Ölümün karşıma çıkması, ölü ozan şekspirin hayaletimi çıkartıp benliğimle yüzleştirmesi, Mustafa kemali görmem, şeytanın odama girip esrar sarması.
     Ve tabii cin gobidik ve havada uçuşan peri ise tuhaflığı daha bir tuhaflaştırıyorlardı.
     Bu yorgunlukla uykuya daldım. Rüyada bir seks klubündeydim.. Büyük göğüslü bir kadınla odaya girdik. Kadın sutyenlerini çıkardı. " Hadi öp göğüslerimi !" dedi. Yaklaştım ve öptüm. Öpmeyi abartmış olmalıyım ki kadının birden göğüsleri patlayıverdi. Ve binlerce solucan döküldü kadının göğüslerinden odaya. Kadın hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Derken kendimi bir soruşturma odasında buldum. Rüyamda yani. Neyse bir dedektif beni sorguya çekmişti.
- bu iş nasıl oldu, dedi dedektif
- ne işi, dedim
- kadının göğüslerini sömürmüşsün!
- yok sadece somurdum
- böyle somurma mı olur. Sömürmüşsün işte.
- isteyerek olmadı özür dilerim..
     Sonra birden masanın yanındaki lazımlığa oturdu dedektif. Bir yanda sıçıyordu diğer yandan sorguluyordu beni: 
        “ Ruhunu emmişsin kadının. Seninki göğüs emme filan değil!" dedi. Bir şeyler diyecektim. Fakat diyemedim. Çünkü ağzımdaki emzik konuşmamı engellemişti. Dedektif tuvaletini yaptıktan sonra yanıma geldi, şevkatli bir sesle: “ Bir daha sömürme tamam mı kadınların göğüslerini. Hadi şimdi çık bu rüyadan!”
     Terleyerek kalktığımda odanın penceresinden dışarıyı biri süzüyordu. " Kimsiniz?" diye sordum ince bir sesle. Yavaşça bana doğru döndü: " Merhaba! Ben Albert Einstein!"
      “ Nasıl girdiniz bu odaya?”
      “ Gobidik'le yeşil kanatlı bir peri açtı kapıyı bana!”
      Hoş geldiniz. bi şey içer misiniz?
       Hayır! Sadece ufak bir şey göstermeye geldim..
       Ne göstereceksiniz Einstein?”
    Einstein gülümsedi: " Şu dolabı biraz sağa çekelim!"
   Yataktan kalktım. Ben dolabın bi tarafına albert eistein diğer tarafına geçti. Einstein mırıldanarak: " Biliyor musun, tanrı asla zar atmaz." dedi. Bu sırada dolabı olduğu yerden sağa doğru çektik. " Aaa bu da ne!" diye haykırdım şaşkınlıkla...
    " Sence ne olabilir?"  diye sordu
    “ Bir geçide benziyor” diye karşılık verdim ve konuşmaya devam ettim:  " Nasıl bir laftır bu. Yani tanrı nasıl zar atmaz!" dedim;    
   " Birincisi tanrının eli yoktur, ikincisi tanrı aklın ötesindedir, üçüncüsü olasılıkları biz yarattık, dördüncüsü düş kurmak büyük bir zenginliktir!" diye cevapladı.
  Bu sırada gözlerimin içine bakarak, geçidin içine girdi; " Beni takip et evlat. Seni bir yere götüreceğim!" dedi.
  Şaşkın bakışlarla geçitten içeri girdim. Fareler gibi geçitte ilerliyorduk. Einstein arada sırada espriler yapıyor ve beni güldürüyordu. Müthiş bir zekâsı vardı. Sürekli gelecekten ve zamandan bahsediyordu. Gelgelelim geçidin sonuna geldiğimizde uzakta bir ışık belirdi.
      " Evet, nihayet gelebildik!" dedi. Geçitten, etrafı mumlarla aydınlatılmış bir koridora çıktık...
    Koridordan kocaman bir salona geçtik. Salonun merkezinde kocaman bir ekran; ekranın diğer taraflarında da yüzlerce ekran yer alıyordu.
    Einstein yüzünü ovuşturdu.  Diğer ekranları gösterip: " Bunlar paralel evrenlerdir! Merkezdeki büyük ekran senin şu anki yaşamını simgeler." Dedi.
   Kumandaya basıp ekranı aydınlattı: " işte bak Foça’dan İstanbul’a gelişin. Pera’da geçirdiğin ilk günler! Çıkıyorsun şimdi otel odasından dışarıya. Biraz ileriye alalım. Evet, simit sarayına geldin. Kahvaltı menü. Süper seçim. hahhahah!"
" ilginç gerçekten de! peki diğer ekranlara geçiş yapmak için ne yapmak lazım!"..
" her geçişin evrimsel bir boyutu vardır. Yani ben, bu ekrandan şu ekrana geçmek istiyorum deyip geçemezsin. Program bunu desteklemez! Bir de ikinci bir evren yok. Bunu bilmeni isterim!" dedi Einstein.
" Ama bu ekranlar! Bunlar başka başka evrenler değil mi!" dedim.
" yo yo hayır! Bu ekranlar binlerce fakat tek olan evren merkezdeki ekran. Seçimler, tesadüfler olaylar, düşler ve hayaller merkezdeki ekranı oluşturuyor! Bu ise evrenin kendisini. Böylece diğer ekranlar yaşanmamış oluyor !"
" Bak şimdi izle" dedi ve ekranlardan ikisini açtı.
" Burada!" dedi " Fikir üreten bir sen varsın. Diğer ekranda ise fikir üretmeyen bir sen varsın. Menüden liste seçimine gelirsek, evet bak burada fikir üreten sen ile fikir üretmeyen senin yaşadığı bedeller yazıyor. İyi ya da kötü yok. Doğru ya da yanlış yok. Bedeller var! Anlıyor musun beni. Bu arada ben kolay anlaşılan biri değilimdir!" dedi
  “ anlıyorum!” dedim kısık sesle
  " hadi artık yavaştan git sen, ben biraz burada çalışacağım!" dedi Einstein.
    Üzerimde her zamanki gibi tuhaf bir yorgunluk vardı! " Nerden buldunuz beni Einstein!" dedim.
    " Ben, e=mc2'yi bulmuş bir adamım, seni mi bulamayacağım!" dedi ve gülümsedi.
   Geçit yolunu kullanıp geldiğim gibi odanın yolunu tuttum.
                   
                                                ****
        "Çocukken en büyük düşlerimden biri, bir hayalet avcısı olmaktı. Bunu iki sebepten dolayı düşledim; birincisi mistik olaylara karşı önlenemez merakım; ikincisi, insanlara tuhaf gözüken maceraları çekici bulmam. Galiba bugün bu yüzden bir sürrealistim."
   Bu cümleyi defterlerden birine yazıp otel odasından çıktım. Beyoğlu'nda avare avare gezindim. Bu cümleyi yazan adam da zaten ciddi ciddi gezinemez. Ceo'lar gibi bakmaz dünyaya, bir yazar gibi bakar.. Bir ceo’yla bir yazar arasındaki fark nedir. İkisi de oyunlar oynamayı sever. Yazar, sadece biraz daha artistir hepsi bu..
     Odadan çıkarken cin gobidik her zamanki gibi çilekli turta istedi. Aslında bir otel cini, bunu bir Ceo’dan istemez. Bir ruh hastasından ister. Yazar da bir ruh hastası olduğuna göre, cin gobidik, çilekli turtayı yazardan isteyecektir.
    Ceo'dan; çilekli turtayı isteyenler genç yöneticilerdir. Ki genç yöneticiler turtadan daha çok şöbiyet filan isterler. Ki şöbiyet de lezzetli bir tatlıdır..
   Neyse uzatmayalım, çıktım dışarı, insanların yüzüne baka baka gezindim. İnsan, hayatında hiç kitap okumayıp sadece insanların yüzlerini ve gözlerini dikkatlice izlese, sokak adlarını bilse biraz, iki de diyalog karalayabilse roman yazabilir mi acaba diye düşündüm... " Orhan Pamuk’un tükenmeyen tasvirleri aşkına! Bunu gerçekten düşünmüştüm".
  Ben etrafı gözlerken; bir adam yaklaşık bir saattir beni takip ediyordu. Kimdi bu alacakaranlık serinsiden çıkma gizemli adam. Hangi sokağa dönsem adam benimle birlikte dönüyordu. Sanki gölgem gibiydi. Üzerindeki koca paltonun içinde tuhaf bir hali vardı. Nevizade’deki kalabalığı delip ( kalabalığın delindiğinden haberi yok!), kokoreççilerin oradan çıktım ve oralarda biraz daha dolanıp otele doğru yol aldım.
    Otelin tenha sokağına girdiğimde, adamın da benimle girdiğini gördüm. Böyle sağdan sağdan bakıyordum beni takip edene.
Çelik Bilek'i yahut Swing'i okuyanlar bilir. Bir ajan ya da bir kırmızı urbalı, Çelik Bilek’i arkadan takip ediyorsa. Çelik Blek sağdan sağdan bakar.
    Mesela şöyle der:
- profesör takip ediliyoruz
- nasıl, der profesör
 
Çelik Blek ne çakaldır var ya. Görülmezi görür görülmezi!
  Otele girdikten kısa bir süre sonra adam da benimle birlikte içeri girdi. Tam odamın kapısının önüne geldiğimde arkamda duruyordu. Nefesini hissediyordum. Ona nedensizce saldırmak istedim. Arkaya hızlıca döndüm ve yumruğumu sıkıp yüzüne sağlam bir şekilde geçirdim. Adam: " smile!" deyip aynı yumruğun iki kat ağırını burnuma kondurdu. Boğazımdan tutup içeriye soktu beni: " selam, ben Sigmund Freud! " dedi.
 “ O pencereden bakıp kaçan kimdi!" dedim yataktan doğrularak.
 Sigmund Freud: " Apollon'du! O izlemeyi sever böyle buluşmaları!" dedi. " Bu arada amma sağlam vurdun hala burnum ağrıyor!"dedim.
Sigmund kasılarak: " yumruğum sıkıdır!" dedi.
“ megan fox'un dolgun kalçaları aşkına! Gerçekten Apollon muydu!" dedim şaşkınlıkla. Sigmund top sakalını kaşıyarak: " paris hiltonun leğen kemiği aşkına, o kendini gösterip kaçan Apollon’du!" dedi Freud.
Karşılıklı birbirimize bakıp güldük.. Bu arada ceketinin cebinden bir puro çıkartıp yaktı ve puroyu içmeye başladı... Bense saçımla oynuyordum..
" Niçin beni öyle takip ettin. Korkuttun beni. Gerildim durup durduk yere!" dedim. Sigmund gülümseyerek: " hemen hemen herkesi gölge gibi takip ederim. Çoğu görmez. Yahut görmek istemez! ama takıntıların, savrulmaların, öfke nöbetlerinin arkasında hep ben varım. Anlıyor musun beni." dedi.. " evet!" dedim
 " O zaman Mevlana gibi dönmeye başla!" dedi ve purosunu ağzına götürüp iki üç sefer sağlam bir şekilde içine çekti..
" kah müziğin içinden çıkarım kah rüyaların. Geçenlerde bir sandık odasının içinden çıktım mesela.Bir kadın cinnet geçirdi o odada. Kendi kendini dövdü, kendi dışkısını yemeye kalktı. . İki gün önce 35 yaşındaki bir şube müdürünün karşısına 7 yaşında yaşadığı bir korku olarak çıktım! Anlayacağın nerden çıkacağım pek belli olmuyor" dedi.
  Cümlesini bitirince öksürdü.
Bense pencereden ıssız yola baktım! Apollon’u aradı gözlerim!.. " neden öyle garip davrandı.. yani tuhaf tuhaf baktı sonra füze gibi fırlayıp ortalıktan kayboldu.." dedim. Freud ağzından purosunu çıkararak: " o sanatın tanrısı. tuhaf hareketlerin ve  hekimliğin tanrısı. Bu yüzden böyle ilginçlikler yapması normal..." dedi freud...
  Odada bir sağa gitti bir sola...
  " Aslında anlatacaklarım çok fazla ama kaçayım yavaştan!" dedi Freud.
   Birlikte aşağıya indik. El ele sıkıştık ve ayrıldık.
   Ben de biraz hava almak için otelden dışarı çıkmak istedim. Tam elimdeki anahtarı resepsiyoniste uzatırken bir de ne göreyim: Salvador Dali bir köşeden sinsi sinsi yüzüme bakıyordu. Birden dilini çıkarttı ve uzun olan diliyle alnımı yaladı.." bak, yazgını sürrealizmle yıkadım!" dedi.
   İki uzaylı gibi odaya çıktık. Ve odaya girdik. İçerde otel cini gobidikle yeşil kanatlı peri birdirbir oynuyorlardı. Dali içeri girerken gerinerek: " 6 yaşındayken aşçı olmak istiyordum yedisinde Napolyon, bu hırslarım katlanarak devam etti!" dedi.. Cebinden küçük bir cisim çıkardı..Elindeki cisim büyüdü büyüdü ve bir tabloya dönüştü. Tabloyu astı ve "işte" dedi " eriyen saatler tablom!"
cin gobidik çirkin elleriyle dalinin ellerini sıktı. " oh ben sizin hayranınızım efenim! Çİrkin gözlerime ve koca kulaklarıma aldanmayım efenim. İmzalayın şu kağıdı lütfen!" diye konuştu gobidik..
   Dali, bıyıklarını sallandırarak: " ne şanslı bir cinsin dünyanın en büyük ressamından imza alıyorsun!"
 Bu sırada eriyen saatlere uyum sağlasın diye dumanın zaman adlı şarkısını cd çalara takmıştım.
" yani şimdi sen gerçekten dali misin?" diye sordum. Önceden bu odada şeytanı, şekspiri, Atatürk’ü, Einstein’ı ve Freud’u ağırladığım için eskiye oranla daha rahattım. Ama kuşkularım vardı yine de.
 Dali sorumu yanıtladı: " evet Dali’yim. Ama sen deli de diyebilirsin. Hatta bıyıklı ve şımarık da diyebilirsin. SÜrrealist ve büyük realist de diyebilirsin. En iyisi sen bana kurtarıcı de. El salvador de!!".
  El Salvador ayağa kalktı ve duru bir sesle: " tuhaf ihtiraslarım vardı. Bİrden ben o Katalonya’lı dünyanın gözüne dalga gibi çarpıverdim. Zaten öyle olur. Dalga dalga çarpar sanatçılar. Böyle aniden, poseydon gibi, birdenbire ansızın, kuşluk vakitlerinde." dedi. " hadi karpuz kes de karpuz yiyelim. Canım karpuz çekti!"
" tamam" deyip her ihtimale karşı odada bulundurduğum karpuzu kesmeye koyuldum.
" bu peri ne işe yarıyor" diye sordu meraklı gözlerle dali. Bu sırada peri koluma kondu: " genellikle çağlar içinde gelişleri ve gidişleri yapar! O ışığı verir, ben alırım o ışığı ürünün içine koyarım!" dedim. " Hımm! Etkileyici ve oldukça belirsiz!" dedi ve kocaman karpuz dilimini ağzına attı ve çiğnemeden yuttu...
" Bak şimdi sana ne göstereceğim!" deyip ayağa kalktı.
Meraklı gözlerle onu izlerken Dali öğürüp böğürmeye başladı. " Abi iyi misin?" diye sordum. O ise kusmak için elinden geleni yapıyordu. Derken birden bir balık zıplaya zıplaya
ağzından dışarı çıktı ve odanın ahşap döşemesine düştü.: " Evet işte al sana bir uskumru! Buna bereket diyoruz! Tanrının bereketi! hadi şu şarkının sesini aç da zıplayalım biraz.!"
  Şarkının sesini açtım. Duman’dan zaman çalıyordu ve Dali’yle ikimiz zıplıyorduk. Ritmi kaçırmıştık daha doğrusu duman ritimde ikimizi yakalayamamıştı. Bu esnada odanın telefonu kederle çaldı. Son anda yetişebildim.
    Avizedeki ses: " Merhaba ben otel kâtibi. İsmim önemli değil! Silik olan otel kâtibi, hatırladınız mı? Tüm iskeletleri gözlerime hapsettiğimden bahsetmiştim size!"
   " Evet, evet ne oldu. " diye karşılık verdim. " Bir adam var, sizin odanıza gelmek istiyor. İlginç bir adam. Yüzünde tuhaf mimikler var. Alnındaki çizgiler gemi haladı gibi sallanıyor. Bir sağa bir sola gidip geliyor. Yakup diyor, ruhi bey diyor! Sevimsiz ve bir o kadar yalansız biri!" dedi otel kâtibi.
" Gelsin bekliyorum kendisini!" dedim. Dali'ye döndüm ve tok bir sesle: " Edip Cansever geliyor!" dedim.
   Gülerek girdi içeri Cansever. Sonra durgunlaştı, Dali'ye baktı. Dali de Cansever'e baktı. Bense ikisini sansar gibi süzüyordum. Cansever ağzını açtı ve onlarca kırlangıç havaya doğru fırladı:
" Umutsuzlar parkından geldim. Güzel yağmurlardan ve bir sardunyadan. Yani demem o ki beni bir sardunya doğurdu. Ya da ben hep buna inandırdım kendimi."
" seNİ sardunya mı doğurdu. O zaman beni de gergedan doğurdu. Hah hah hah!" deyip güldü Dali.
     Ben de güldüm. Edip oralı bile olmamıştı Sürekli bir şeylerden
bahsediyordu. " tırnağım ki çağlardan beri bir cadının ruhunu taşıyor. Şu kentler, sokaklar, kapalı çarşılar, hepsi ama hepsi derin sulara! oy oy hep derin sulara! Taşıyor ruhunu taşıyor cadının tırnaklar ve sular he he hey!"
  Dali artık ben yavaştan gideyim!" dedi.
   Cansever: " hiç gelmemiştin ki sen. Yani ben bir parça trajedileri biliyorsam sen gelmemeye oranlı birisin. "
   Dali bıyıklarını sıvazlayarak: " İstediğin kadar karmaşık konuş, şu bıyıktan daha karmaşık olamazsın!" dedi. Bu sırada tekrardan bir gölge pencerede belirdi ve birden yok oldu. " Neydi o?" diye sordum. Dali ve cansever koro şeklinde: " Galiba Apollon'du!" dediler.
  
                                           ***
  Kapılar ( the doors) açılıyordu ve kapılardan dahiler bir bir odama giriyordu. Ben de konuşuyordum onlara. . Kimlerdi bunlar!
 Tekrar yazmama gerek yok.
 Uzatmayalım son geceye geçelim.
 Yani hikayemizin son bölümüne.
 Yo hayır! Jim Morrison değildi son konuğum. Kurt Cobain ve Yılmaz Güney de değildi. . Jean Darc ve Sylvia Plath de değildi.
   Odama girdiğimde yatağımın üzerinde bir lir ve masamın üstünde gösterişli bir ok duruyordu. Elime liri aldım ve bir şeyler çalmaya çalıştım fakat başarısız oldum. Sonra oku elime aldım. Oldukça ağırdı ve diğer oklara göre biraz daha büyük bir yapısı vardı
    Pencereden dışarı baktım. Edip cansever gibi bakmıştım. Yahut bir yanım Edi’ydi bir yanım Turgut Uyar’dı. Aslında hep kendim gibi bakardım pencereden dışarı ama nedense o gün pencereden dışarı biraz edip ve uyar gibi bakmıştım.
    Yani korna ve tencere sesleri gibi bakmıştım.. Ve gözlerim tüm çağlara sarkan bir peri gibi bırakıyordu kendini etraftaki görüntülere..
  Derken arkamdaki nefesi işittim. Tuhaf bir nefesti. Lotus kokularını andıran bir nefesti. Bir neşe gibi girdi o koku burnuma. Ve sanki tüm bedenimi çepeçevre sarıverdi birden. Nasıl desem, bir müzik gibiydi sanki… Yo yo, tepeden tırnağa bir müzikti o! Arkamı döndüm. Karşımda uzun boylu, dalgalı saçlı, yakışıklı mı yakışıklı bir adam duruyordu.
   Gözlerini kırparak: “ Merhaba! Ben gitarın, neşenin ve kehanetlerin tanrısı Apollon.” dedi.
   Freud’la konuşurken, Dali’yle ve Edip’le konuşurken pencereden bizi izleyip izleyip kaçan muzip tanrı Apollon, okuyla ve liriyle odama girmişti ve karşımdaydı. Güzel elleriyle küçük bir kağıt uzattı bana. Aç ve seslice oku dedi. Ben de okudum: " Şairim, dünya senin mürekkebinle yıkansın!"
     Sonra elini lirine götürdü: " Jim Morrison’dan, Kurt Cobain’e; Teoman’dan Barış Manço’ya; Bülent Ortaçgil’den, Fikret Kızılok’a; Mick Jagger'dan, Bob Dylan’a kadar hepsi benim şu zımbırtımdan esinler alarak bir şeyler yarattılar. Kİ benim milyonda birime de ulaşamadılar!" dedi.
    Evet, küstah bir tanrıydı Apollon.  Ama o bir tanrıydı. Hem de Zeus’un biricik oğlu.
            " 30 yaşına kadar yıldızı düşüktü Mustafa Kemal’in. Enver paşanın ise yıldızı çoktan parlamıştı! Mesela Çanakkale zaferi Kemal’in başarısıydı. Yalnız zamanın gazeteleri, Enver paşayı Çanakkale zaferinin temsilcisi olarak gösteriyordu. İşte ben güneşin tanrısı; o vakit ışığı verdim ve Kemal olayı bitirdi. Anlıyorsun değil mi beni!"
  Sizler gibi ben de bir şey anlamamıştım. Ama anlıyor gibi başımı salladım...
         " Aynı şekilde İngiltere korkunç ezik bir durumdaydı. Yıl 1590 civarları. Birtakım ucube şairler aralarında boğuşuyorlar. İşte o vakit gümbürtüyü küre ( globe tiyatrosu) tiyatrosunda kopardım. Çünkü yine çok değer verdiğim ozan Shakspeare o sahnenin oyun yazarı olmuştu!" dedi. Ve lirini bana uzatıp: " Bu teller ruhumla birleştiğinde; ben dökerim ışıldasın diye insanlar benim müziğimle!" dedi.
    Müziğin tanrısı bir oraya bir buraya gitti. Tepeden tırnağa şiir olması ise akılları daha da karıştırıyordu. Midye kabuğundan yapılma tabureye oturmuştum ve düşünüyordum: “ Şiirle neşeyi bir arada nasıl tutuyordu bu tanrı. Şiir karamsarlık değil miydi? Yenilgi değil miydi? Zayıflık değil miydi? Verdiğin kayıpların dışa vurumundan başka ne olabilirdi ki şiir!”
   Apollon lirini aldı, “ sana bestelerimden birini tıngırdatayım” dedi. Sanki her beste onunmuş gibi konuşuyordu. Bir süre Teoman’ın ve Emre Aydın’ın bestelerini çaldı... Biraz Duman’dan çaldı, Bödler ve Rimbaud’un şiirlerini karıştırarak yeni yeni güfteler yaptı.
     En son " Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da. " dedi.
         " Nasıl güzel değil mi esin verdiğim şiirler!" dedi.
     " o zaman sen açık açık verilen tüm esinler benim eserim diyorsun ey yüce Apollon! " diye kükredim.
     " Kükreme lan karşımda hıyar!" dedi ve güldü.
   Konuşmaya devam etti: " Buhranlı günlerde bir parça neşe varsa içinde bu benim eserim, İçinde güzel duygular birikiyorsa ve bunu dışa vurmak istiyorsan, bu da benim eserim. Dünyanızı ısıtan güneş, bu güneşin verdiği açılar, var oluş alanları, benim ana konularım! Neyse, artık gideyim yeteri kadar konuştuk." dedi Apollon:  " Bu arada dâhilerle konuşmalar yaptın ya, işte bunu benim sayemde yaptın. Sana verdiğim ışık kadar döktün ışığını. Ne eksik ne fazla!" dedi.
   Pencereden aşağı süzüldü ve bir yılan gibi ortalıktan kayboldu lirizmin tanrısı Apollon.
   Böylece hikâyemiz de burada sona erdi. Çünkü yaklaşık iki hafta sonra o otelden ayrıldım.
   Ve küçük bir eve yerleştim.